11 Ocak 2013 Cuma
Anılarla 70'li Yıllar
Bakırköy’ün 70’li yıllardaki geçmişine uzanıyor kalemim. Sadece Bakırköy mü? O dönemin ruhu, tadı, modası ve yaşantısı ile İstanbul’un en mutena semtlerine; Taksim’in, Beyoğlu’nun, Mecidiyeköy’ün, Kadıköy’ün, Suadiye’nin, Moda’nın, Erenköy’ün hatta anılarımda süslü bir çerçeveye koyduğum Kanlıca’nın 70’li yıllarına…
O güzel, taptaze sütlerden yapılan meşhur Kanlıca yoğurdunun tadı damaklarda kaldığı zamanlara… Şimdiki gibi market rafından indirilmiş gibi plastik kapta, plastik kaşıkla sunulmazdı o güzelim yoğurt. Yanına reçel, dondurma, bal ilave etmeye gerek duyulmazdı. Pudra şekeri yeterliydi. O pembemsi rengiyle, kaymağıyla ve tadıyla bambaşkaydı o yoğurt. Şimdi hiç beğenmiyorum.
Dedim ya şanslılardanım işte!
Dedemin bülbül sesleriyle dolu Mihribat korusunda uykulara daldığı, çayırlarında at bindiği, kıyılarında kalkan avladığı Kanlıca da şimdi beton yığını. Tarihi köşklerin yanında beton uzantılar, dar sokaklarındaki yığıntılar, eski evlerin bitişiğindeki kötü yapılar Kanlıca’yı da çirkinleştirmiş durumda.
Dünyada hiçbir yer eskisi gibi değil elbet. Ama biz millet olarak o kadar acımasızca ve duyarsızca yitirdik ki her köşemizi. Ancak eski İstanbul fotoğraflarına baktığımızda anlıyoruz ne çok şeyin kurban edildiğini. Başında eski alemlerin sarhoşluğu ile gözlerini kapatıp İstanbul’u dinleyen Orhan Veli şimdi sağ olsaydı İstanbul için neler yazamazdı kim bilir?
Eski sokaklarla, evlerle, ağaçlarla geleneklerimiz de kayboldu. Kullanmadığımız duyularımız köreldi, zaten ihtiyacımız kalmadığı için fark etmedik onların yok oluşunu. Tıpkı Kanlıca yoğurdunun lezzeti gibi.
Ömür yoğurtları da ünlüydü o zamanlar. İncirli’de son yıllarda yıkılıp yerine abuk bir alışveriş merkezi yapılana kadar “Ömür Restoran” olarak hizmet veriyordu İncirli’de.
Çamlık semtine kadar tek tük ahşap evlerin süslediği İncirli caddesindeki çay bahçeleri, Çeliktaş, Konak, Saray yazlık sinemaları ve şimdi pasaj olan Tınaztepe sineması, Bakırköy’ün vazgeçilmez mekanlarıydı.
Meydandan “şimdiki özgürlük meydanı” Yeşilyurt’a faytonlar kalkardı. Gezmek isterseniz tıkır tıkır aheste aheste köşkler diyarı Yeşilyurt’a giderdiniz. Kumsaldan denize girmek isterseniz trene binip Florya’da iner ve Haylayf ya da Güneş pilajına serinlerdiniz.
Zuhuratbaba türbesinin hemen yakınında meşhur bir lünaparkımız vardı. Yeri hala mevcut ama şimdi ne iş yapıldığı belli değil. Berkant’ın, Barış Manço’nun, Cem Karaca’nın konserler verdiği nezih bir mekandı.
Aslında en iyi konserler Taksim civarındaki sinemalarda olurdu. Fitaş, Dünya, Emek sinemaları en meşhurlarıydı. Uzun saçlarıyla gençlerin sevgilisiydi Erkin Koray. Underground müzik yapardı ve çok popülerdi. Yeni bir akımdı Undergraund. Siyah deri montgomeri giyen isyankar gençler bu konserlerde kendilerinden geçerler, konser çıkışı grup halinde konseri caddelere taşırırlardı.
çok memleketler gezdim
neler gördüm görmedim
şu kocaman dünyada
senin gibi görmedim
estarabim, estarabim,
sağdan soldan estarabim,
au… au….
neler gördüm görmedim
şu kocaman dünyada
senin gibi görmedim
estarabim, estarabim,
sağdan soldan estarabim,
au… au….
Üç Hürel, gam yüklü Moğollar, Kurtalan Expres ve elim bir kazada tümünü yitirdiğimiz “Beyaz Kelebekler” en meşhur topluluklardı.
Yabancı şarkıcılardan Adamo, Dalida, Ann Mary David’de sıkça gelip konser verirdi. Bu sinemaların olduğu binalarda hep pahalı markaların satıldığı pasajlar mevcuttu. En çok kullanılan ve moda olan giysiler, ayakkabılar ve parfümler bu pasajlardan alınırdı. Old spice, çam kokulu pino, Aqua di Selva ve Aramis sürmeyen erkek yoktu. Genç kızlar özellikle Aramis süren erkeklere bayılırdı.
Sinemalardaki filmler de çok kaliteliydi. Şimdi milyon dolarlar harcayıp yapılan filmleri bile bir sene sonra unutup gidiyoruz.
Cumartesi 14.30 öğrenci seyircisi bol seansları tercih ederdik. Paramız genelde birinci diye satılan, perdeye yakın ön sıralardaki ucuz biletlere yeterdi. Film boyunca boynumuz servikal sendroma uğrar ama sinemada vakit geçirmenin mutluluğuyla ağrılarımızı unuturduk.
1973’de OPECin Viyana’da petrol fiyatlarını arttırdığını açıklamasıyla cümle alem kriz yaşarken cebimizin dolu olduğu zamanlar Dikilitaş’taki Bakırköy’ün en eski taksi durağı “Ahu” dan, torpido gözü gaz yağı ile parlatılmış taksilere binip, 40 TL verir Taksime öyle giderdik.
İtalya’nın yüz akı Giuliano Gemma RİNGO serileriyle ve Clint Easwood CESSABATA tadındaki filmleriyle bizi kovboy filmlerine ve AMİGOLUĞA doyuran aktörlerdir.
İki saat kırk dakika süren İYİ KÖTÜ ve ÇİRKİN filmini seyretmeyeniniz yoktur sanırım. Clind’in iyiyi, Ellie Wallach’ın çirkini, Lee Van Clif’inde kötüyü oynadığı Sergio Leone’nin mükemmel bir western filmidir.
Warren Beatty ile Faye Dunaway’in oynadığı Bonnie and Clyde, Robert Redford ve Paul Newman’ın BUTCH CASSDY, Omar Sherif’in DOKTOR JİVAGO unutamadığım filmler arasındadır.
Popüler aktörlerin yanı sıra Mireille Darc, Brigitte Bardot, Virna Lisi, Catherina Deneuve, Elke Sommer, Ursula Andres, Raquel Welc, Sofia Loren ve Claudia Cardinale en ünlü sinema sanatçılarıydı.
O sıralar Türk sineması Tarkan Wikingler, Pamuk Prenses ve yedi cüceler, Kel Oğlan ve Malkoçoğlu serileriyle yerlerde süründüğü için Yeşilçam kan ağlıyordu maalesef!
1975 yılında Emek sinemasında rock opera tarzının en muhteşemini THE WHO (tommy) müzikalini seyrederken tüylerimiz diken diken olmuştu. Efsane vokalist Roger Darltrey’i, Tina Turner’i, Eric Clapton’ı, Elton John’u dinlerken ilk kez guardofonik ses düzeni ile tanıştığımız için, şaşkınlık içinde bir sağa bir sola döne döne hoparlörleri takipetmekten serseme dönmüş ama daha sonraları alışmıştık.
Francis Ford Coppola’nın “BABA” serisinden sonra Jean-Paul Belmondo'nun "Francois Capella" ve Alain Delon'un da "Roch Siffredi" rolünü oynadığı BORSALINO serileri de çok tutmuştu. Hele Alein Delon’un filmlerindeki antraklarda millete göstere göstere GİTANE sigarası yakmak pek bir modaydı. Sert sigaradan hoşlanmayanlar kapı dışındaki
tombalacılardan Pall Mall ya da Kent alırlardı.
tombalacılardan Pall Mall ya da Kent alırlardı.
Sinema çıkışı İstiklal Caddesi boydan boya yürünür, tinercilere ya da kapkaççılara asla rastlanmazdı. Dolmuşa binmeden önce mutlaka Taksim meydanındaki Kristal Büfe’de özel soslu hamburger yenir, yanında köpük küpük birer bardak ayran içilir eve öyle dönülürdü.
70’lerin ortalarına doğru sinema zevki bitiverdi. Beyoğlu sinemalarından sürekli civ civ ve kuş çıktığı için sokaklarda bile zor yürür olduk. İnci'de zevkle bir profiterol yemek bile çirkin bakışlar yüzünden mazi olmuştu.
Atlas, Alkazar, Elhamra, Rüya gibi sinemalar, Özcan Tekgül, Figen Han, Melek Görgün, Arzu Okay, Feri Cansel ve Aydemir Akbaş, Sermet Serdengeçtiyle kendinden geçti. Matineler bile devamlıydı ve seyirci hangi saatte girerse girsin tek biletle saatlerce sinemada kalırdı.
Yeşilçam yüz karası filmlerini oynatmaya başlayınca elit seyircisini de kaybetti. Küçücük bir odada senaryosuz çekilen et yığını filmler Beyoğlu’nun bütün karizmasını da yerle bir etti.
10 Ocak 2013 Perşembe
Oyuncular : Kartal Tibet , Hale Soygazi , Lale Belkıs , Muazzez Kurdoğlu
Nesrin nişanlısı tarafından aldatılınca hayata küsmüş genç bir kızdır.Tesadüf eseri tanıştığı Kenan ise hayatta her şeye sahip ama özel hayatında mutlu olmayan bir adamdır.Bu iki mutsuz insan mutluluğu birbirlerinde bulurlar ve aralarındaki arkadaşlık zamanla aşka dönüşür.
Ayten Ve Birsel

1970’li yıllarda çocuk olmak, inanılmaz güzeldi. Dört tekerlekli patenlerin pek tanınmadığı bir zamanda, paten sahibi olmak ise ayrıcalıklıydı. Birçok kişi patenlerimle gezerken bana uzaydan gelmişim gibi bakar, yaşlılar şaşkın şaşkın gözlerini açar ve aynen şu ifadeyi kullanırlardı : “Biz düz yolda gidemiyoruz, şu çocuğun yaptığına bak. Ah ah zamane çocukları işte”. Zamane çocukları, bu kavram galiba hiç değişmiyor. Bizde şimdiki çocuklara zamane çocukları demiyor muyuz?
70’li yıllarda çocuk olmak. Sokaklarda geçen oyun dolu güzel saatler. Televizyonu olan evler mahallelinin uğrak yeriydi, çünkü herkesin evinde yoktu. Zaten televizyon izleme saatleri de kısıtlıydı. Akşam yedide açılan ekran, ilk zamanlar gece on’da daha sonrada on iki gibi kapanırdı hatırladığım. 110 voltluk şehir cereyanı, televizyonu çalıştırmaya yetmez, onun için televizyonun bağlandığı güç yükselticileri olurdu . Bazen görüntü kayar veya ekran kaybolursa evin en atletik yapılı ferdi, ya çatıya çıkar ya da balkona. Ta ki görüntü düzeltilinceye kadar anten sağa sola çevrilirdi. Dışarıdan bir ses; görüntü nasıl? El cevap: “daha kötü, daha da kötü”. Gece yarısı haberleri olan “Tele bakış” programı, spikerinin affına sığınarak, aramızda “kele bakış”a dönüşmüştü. İstiklal marşı kapanışta okunur, ancak o saate kadar çoktan uyku alemine geçmiş olurduk. Yalnızca hafta sonları o kadar saat oturmamıza izin verilirdi. Birde Salı günleri Türk sineması kuşağı ekranları şenlendirirdi. O zamanlar biz şanslı ailelerdendik. Siyah beyaz da olsa televizyonumuz vardı. Zaten renkli yayın da yoktu ki. Mahallenin hanımları, örgüsünü, dantelini, çoluğunu, çocuğunu kapar bize gelir, çaylar demlenir, çerezler hazırlanır, sinema saati beklenirdi. Ama filmin en heyecanlı yerinde film kesilir, necefli maşrapa pek bir süzülerek arzı endam ederdi ekranda.
Necefli maşrapadan gözlerini ayırmayan biz çocuklar neredeyse hipnoz durumuna gelirdik. Yayın kesilmese bile sık sık şehirde elektrik kesilirdi. İşte o an bittiğimiz andı. Bazen film esnasında rol gereği erkek aktör bayana sarılır, o zaman büyükler hemen çocukların gözlerini kapatırdı. Ne vardı ki bunda, niye gözlerimiz kapatılıyordu. Hep merak ederdik. Her akşam Adile Teyze tatlı sesiyle bize uykudan önce programını sunar, haydi kuzucuklarım sütünüzü için, doğru uykuya derdi. Derdi de kim dinlerdi. Pazar günleri seyrettiğimiz kovboy filmleri, oyunlarımıza ilham kaynağı olur, aynı gün yayınlanan meşhur Pazar Konserleri müzik dağarcığımıza renk katardı. Elimize aldığımız yamuk yumuk bir sopayla, başımızı da aşağı yukarı hızlı hızlı sallayarak, bir orkestra şefi edasıyla bizde hayalimizdeki orkestrayı yönetirdik.
Murat 124 taksiler o zamanların Mercedesleriydi. Arabası olan kişi herkesin gözünde zengin sayılır, itibarı bir o kadar artardı. Telefon ise devlet dairelerinde bile lüks eşyalar sınıfındaydı. Ticari taksiler damalı olur, şimdiki taksimetre yerine pazarlık usulü işlerdi. Şehirlerarası yolculuklar, sigara dumanından içerisinin görülmesi pekte mümkün olmayan 302 otobüslerle yapılırdı.
70’li yıllarda çocuk olmak bir ayrıcalıktı. Sokakta hava kararıncaya kadar tombik, istop oynar, hava kararınca saklambaça devam ederdik. Mahallemize elektrik direği dikildiğinde dünyalar bizim olmuş, oyun saatlerimiz biraz daha artmıştı. Annelerimizi çıldırtıncaya kadar sokakta kalırdık. Oyunlarımızda genellikle kız erkek ayırımı yoktu. Oyun hepimizin oyunuydu. Yolun kenarındaki toprak alan bilye oynamak için biçilmez kaftandı. Hepimizin özel bilyeleri olurdu. Büyük olan bilyeye kaflik derdik. Sakın sormayın anlamını hala bilmiyorum. Kaflik işte. Kuytu açılır bilyeler atılır, kuytuya ilk düşüren şanslı olur, diğer bilyeleri vurmaya çalışır. Camdan yapılmış, içi renkli mükemmel şeylerdi. Bilyeden sıkıldık mı, haydi çocuklar çizgiye. Hepimizin kaflikleri gibi özel çizgi taşları vardı. Mermerlerden kopmuş güzel kare kesimli, parlak çizgi taşları. Okuldan ödünç-aldığımız! Küçük tebeşirle itina ile çizgi çizilir, kimin birinci olacağı seçilir ve oyun başlardı.

Teneffüslerde mahallenin fırınından yeni gelmiş çıtır simit ve Neşe gazozları enerjimizi bir kat daha arttırırdı. Okulumuzda kalorifer yoktu. İrice bir soba sınıfın ortasında durur, hademe, biz gelmeden sobamızı yakmış olurdu. Hatta bir keresinde bir arkadaşımız sobaya o kadar yaklaşmıştı ki önlüğü bir sene boyunca o günün hatırasını yaşatmıştı. Öyle her istediğimiz olmazdı bizim çocukken. İsteklerimizin haddi ve sırası vardı. Mesela ayakkabı okul açılmasına yakın, çoğunlukla da bayramlarda alınırdı. Hele o bayramlar. Ne güzeldi. Tanıdık tanımadık, herkesin evi dolaşılır, şekerler toplanır, paralar cüzdanlara itina ile konur. Eğer paralarımız lunapark için yeterli olduysa, doğru atlıkarıncaya gidilirdi. Yine bir bayram günü, yeni giysilerimizle oyun oynarken, salıncaktan kuş uçuşu yapıp, üstümü berbat ettiğim günü dün gibi hatırlıyorum da, eve gittikten sonra başıma neler geldi, bir türlü hatırlamıyorum.
1970’li yıllar. Mini eteğin, İspanyol paça pantolonun, epa topuk ayakkabının meşhur olduğu, Nilüfer’in romantik, Ajda Pekkan’ın ritmik şarkılarının dinlendiği, erkeklerin saçlarını uzattığı, annelerin ellerinde makasla dolaştığı yıllar. O zamanlar siyasette farklıydı. Mahallenin büyükleri gölgenin altına oturur, bir çekişme, bir kavga gürültü, ortalık toz duman olurdu. Çocuk aklımızla şaşar kalırdık bu konuşmalara. Manasız gözlerle bakar, tartışmaları saçma ve gereksiz bulurduk.. Ortalıkta büyüklerin söylediği bir cümle de kulaktan kulağa yayılmıştı o zamanlar. Ayşe tatile çıktı. Ne şanslıydı bu Ayşe Tatile çıkmıştı. Ama sonradan anladık ki bu ikinci Kıbrıs Barış Harekatı’nın parolasıydı. Birde kuyruklar olurdu. Yağ kuyruğu, tüp kuyruğu, olmadı un kuyruğu. Ben bu kuyrukları pek hatırlamıyorum, ama sık sık büyükler konuşurdu ve hala ara sıra konuşulur.
1980’li yıllar ise, artık çocukluktan çıkıp gençliğe geçildiği dönemdi bizler için. Gözler kalp kalp görmeye, kalpler güm güm atmaya başlamıştı o yıllarda. Ülkenin gidişatı hiçte iyi değildi. O karma karışık ortamda hayata tutunmaya çalışan bizler, yine de umutla bakıyorduk yarınlara. Ortaokula giderken, neredeyse ailem beni okuldan alıyordu. Okulumuzun kapısına konulan ses bombası herkesi korkutmuştu. Bir süre ağabeyimle okula gidip gelmiştim. Televizyonlarda gördüğümüz sağ sol kavgaları, yaralılar, coplar bile umudumuzu kıramadı. Hele ki şu meşhur Dallas dizisi, bırakın sağı, solu, mutfakta pişen yemekleri bile unuttururdu insanlara. Birçok kadın bu diziyi seyrederken yemeğin altını yakmıştı. Bizim komşu teyzemiz ise Ceyar’ın yaptığı kötülüklere dayanamayıp ekranın karşısında hakkın rahmetine kavuşmuştu.

O günlerde televizyonlar kumandalı değildi. Evin en küçüğü kumanda vazifesi görür, kocaman tuşları olan televizyonu büyük bir beceriyle yönetirdi. Beta ve VHS video kasetleri evler arasında gider gelir, sabahlara kadar acılı İbrahim Tatlıses filmleri izlenirdi. Hele yılbaşı akşamları. Herkes büyük bir sabırla gece yarısı olmasını bekler, her tarafı tüllerle kapatılmış Nesrin Topkapı’nın kıvrak dansları, evlerimize renk katar, beyler gözlerini fal taşı gibi açar, bayanlar ise kıskançlıkla ekranlara bakardı. Düzgün Türkçesi ile bizlere örnek olan, Türk sanat müziğini onun sesiyle dinleyip büyüdüğümüz Zeki Müren’de yeni yılımızı kutlar, eşsiz şarkılarıyla evimize güneş gibi doğardı. Avanak Avni’nin aptallığına, Porof. Zihni Sinir'in icatlarına kahkahalarla gülerdik. Haftanın magazin dedikodularını Hey dergisinden öğrenir, Ses dergisinin verdiği kocaman sanatçı posterleriyle de odamızın duvarlarını süsler, çoğunlukla büyükannemizin “tövbe, tövbe”lerine maruz kalırdık. O günlerde ekonomi nasıldı derseniz, ne yalan söyleyeyim Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, hesabı hala daha ödeyemedi.
Öğrencilik hayatım boyunca ilk kez, lisede üç kafadar okulu kırmaya kalkmıştık ama arkadaşımın ayağı yoldaki mazgala takılınca okulu kırmak yerine, ne yazık ki onun ayağını kırmıştık. Bunu nasıl başarmıştı hala anlayabilmiş değiliz. Bu ilk ve son denememizdi. Hoş okulu kırsaydık nereye gideceğimizi bile bilmiyorduk ki. Öyle Cafe kültürü gelişmemişti. Pastaneler vardı. Bir de komik olan, pastanelere gidip oturan kızlar pek hoş karşılanmazdı. Biz pastane yerine arkadaşımızın evine gitmek zorunda kalmıştık. İşin zor kısmı ise o saatte okul dışında ne aradığımızı arkadaşımın annesine izah etmemiz olmuştu. Kadıncağızı ikna edişimiz ise tiyatroculara bile taş çıkartacak cinstendi. Kısaca güzel, masum, mutlu yıllardı.
Bizim bilgisayarlarımız, cep telefonlarımız, mp3 çalarlarımız, belki birçoğumuzun kendisine ait odası bile yoktu. Ama çocukluğumuz vardı. Hayata tutunmayı, mücadele etmeyi, dostluğu, sevgiyi, küçük şeylerle mutlu olmayı o çocuklukta, oynadığımız sokak oyunlarında, hatta zaman zaman iki mahalle çocuklarının kıran kırana yaptıkları sokak savaşında öğrendik. Biz doya doya yaşadık çocukluğumuzu, vaktimizin çoğunu bilgisayar karşısında tüketmedik, cep telefonları yerine elimizde rengarenk pastel boyalarımız, sanal arkadaşlıklarımız yerine kan kardeşlerimiz, ahretliklerimiz, sevinçlerimizi, üzüntülerimizi, hasretliklerimizi yazıya döktüğümüz duygu yüklü mektuplarımız vardı. Kısaca 70’lerde çocuk 80’lerde genç olmak bambaşkaydı.
Son olarak haydi hep beraber:
Boz, barış, burnun iki karış, olmadı , önüm arkam sağım solum sobe, saklanmayan ebe.
Boz, barış, burnun iki karış, olmadı , önüm arkam sağım solum sobe, saklanmayan ebe.